Bir dervişe, suyun üstünde yürüyen bir adamı gösterirler. Derviş der ki:
“Bu bir keramet değildir, pek de mühim değil; çünkü tahta parçası da suyun üzerinde durur.”
Bir başkasını gösterirler, adam havada uçmaktadır. Derviş yine sakinlikle cevap verir:
“Bu da keramet değildir; çünkü sinekler de uçar.”
Peki derler, “Esas keramet nedir?”
Derviş cevap verir:
“Esas keramet, insanların arasında yaşayıp da onların eziyetine, cefasına ve haksızlıklarına rağmen ahlakını bozmadan durabilmektir. Hile yapmamaktır, harama el uzatmamaktır. Kimsenin hakkını yememek, kimseye ihanet etmemek, kimsenin kalbini kırmamaktır. En büyük keramet, insanların arasında insan kalabilmektir.”
Evet, işte yukarıdaki kıssadan da anlayacağımız üzere, bugün en büyük mesele, belki de en zor sınav, insan kalabilmektir.
Zira zaman öyle bir zaman ki, dürüstlük artık saflıkla karıştırılıyor; merhamet ise zayıflıkla.
Birinin hakkını araması neredeyse suç sayılıyor, susmasıysa erdem diye pazarlanıyor.
İnsanlar menfaat uğruna dostlarını satıyor, kalpler kırılıyor, sözler boşa veriliyor.
Ve ne yazık ki, haksızlık yapan değil, haksızlığa uğrayan sorgulanıyor.
Zulmeden değil, susmayan yargılanıyor.
Birileri açıkça yanlış yaparken, birileri o yanlışı kapatmak için türlü kılıflar uyduruyor.
Arkadaşlık adına yanlışa göz yumanlar, dostluk maskesiyle adaleti boğuyor.
Kimi bir laf edemiyor “ayıp olur” diye, kimi de “zaten düzelir” diye geçiştiriyor.
Ama bilmiyorlar ki, haksızlık karşısında susan, en az zalim kadar mesuldür.
Yanlışı savunmasan bile, alkışsız suskunluğunla sırtını sıvazlamış olursun.
Güçlü olanın sesi hakikatin üstüne bastırılıyor.
Zulme sessiz kalanlar, sonra dönüp o sessizliği “olgunluk” diye satmaya kalkıyor.
Evet, hepimiz zaman zaman hak etmediğimiz muamelelerle karşılaştık, öyle değil mi?
Bazen en çok değer verdiklerimizden gördük en büyük vefasızlığı.
En çok güvendiğimiz eller en çok yaralayan eller oldu.
Ama mesele zaten bozulmadan kalabilmek.
Çamurun ortasında nilüfer gibi kalabilmek.
İnsana rağmen, insan kalabilmek.
Gerçek keramet, ne görünmeyenleri görmekte, ne olağanüstü işler yapmakta.
Gerçek keramet; kul hakkı yememekte, gözü tok olmakta, gönlü saf tutmakta.
Ne olursa olsun içindeki adalet terazisini saptırmamakta.
Bugün birileri çok biliyor olabilir, çok konuşuyor olabilir, çok kazanıyor olabilir.
Ama vicdanını yitirmişse, neye yarar?
Zira vicdanı olmayanın kerameti de yoktur.
Ve unutmayalım, vicdanını susturup da kendini aklayanlar, sadece kalabalıkta kaybolanlardır.
Hakkı örtmeye çalışan her kelime, bir gün sahibine geri döner.
Haksızlık yapanlar unutmasınki: herkesin makamı, mevkisi, gücü gelip geçicidir.
Kimi parayla, kimi koltukla, kimi ünvanla büyür gibi görünür.
Ama hepsi bir gün biter, asıl baki kalan; nasıl bir insan olarak hatırlandığın olur.
Hz. Muhammed (s.a.v)’in buyurduğu gibi
“Hak etmediğin bir muamele gördüğünde unutma; o kişi senin değerini bilmeden ölmez.”
Ve işte bu söz, bütün o haksızlıkların içimize bıraktığı yangına bir avuç su gibi düşüyor.
İçimizi ısıtan da, sustuğumuz yerlerde sesimize dönüşen de bu söz oluyor.
Çünkü biz susarız ama İlahi adalet susmaz.
Biz yutkunuruz ama kader susmaz.
Ve biz bazen sadece şunu yaparız:
Haksızlığı yapanı da, haksızlığı örtenleri de, yanlışa göz yumanları da en yüce makama, İlahi Adalet’e havale ederiz.
O terazide torpil geçmez, ilişki işlemez, suskunluk affedilmez.
Zulmü alkışlayan da, susarak destek veren de bir gün hesap verir.
Ve o gün geldiğinde artık kimse “ben bilmiyordum” diyemez.
Zira Allah, hakkı örtmeye çalışanları da, haklının kalbini kıranları da unutmaz.